16 Mayıs 2011 Pazartesi

EFSANE

BAŞBAKAN NEDEN KILIÇDAROĞLU İLE
EKRANA ÇIKMIYOR?
Başbakan Erdoğan AKP genel başkanı olduktan sonra 2002 seçimleri öncesi,
CHP lideri BAYKAL ve diğer parti liderleri ile birlikte TV ye çıktı. Kimse ona “SEN ÇIRAKSIN” demedi.
Başbakan olduktan sonra hep tek başına ekrana çıkıyor.
Deniz BAYKAL defalarca davet etti çıkmadı.
KILIÇDAROĞLU, her gün mitinglerde meydan okuyor “yüreğin varsa karşıma çık” diyor.
Başbakan “sen daha çıraksın, ben artık usta oldum, sende ustalaş öyle gel” diyor.
KILIÇDAROĞLU diyor ki;
Ben TV de ekrana çıktığımda izleyenler,
Miting yaptığımda gelenler,
CHP üyeleri veya CHP ye oy vermeyi düşünenler oluyor.
Ben sizin ve hükümetiniz hakkında birçok eleştiri yapıyorum, bir çok iddiada bulunuyorum.
İzleyenler CHP li ve CHP ye oy verecek kişiler olduğu için bana inanıyorlar.
Siz TV de ekrana çıktığınız da izleyenler,
Miting yaptığınızda gelenler,
AKP üyeleri veya AKP ye oy vermeyi düşünenler oluyor.
Siz benim ve partim hakkında birçok eleştiri yapıyor, bir çok iddiada bulunuyorsunuz.
İzleyenler AKP li ve AKP ye oy verecek kişiler olduğu için size inanıyorlar.
Gelin birlikte sizin istediğiniz TV ye, Sizin istediğiniz gazetecilerle” çıkalım.
O zaman AKP, CHP veya başka partili halkın, seçmenlerin büyük çoğunluğu bizi izler.
Ben sizin partiniz hakkında eleştirilerimi, yanlışları doğruları, ülkenin sorunlarını söyleyeyim.
Partimizin programını, projelerini, iktidara gelince neler yapacağımı anlatayım.
Sizde eleştirilere yanıt verin.
Benim ve partim hakkında eleştirileriniz dile getirin.
Projelerimizi, programımızı eleştirin.
Ben sizin eleştirilerinize yanıt vereyim.
Programda hazır bulunacak gazeteciler bize soru sorsunlar.
Onları yanıtlayalım.
Halk, seçmenler bizim ve partilerimiz hakkında daha sağlıklı karar verirler.
Seçmen size inanırsa oyunu size ve AKP ye verir.
Seçmen bana inanırsa oyunu bana ve CHP ye verir, diyor.
Başbakan kabul etmiyor.
KILIÇDAROĞLU’NU küçümsediğini belirterek “sen daha çıraksın, usta olunca gel” diyor.
Bu güne kadar başbakan TV ye hep yalnız çıktı.
Hatta bazı gazetecileri, bazı konularda soru sorulmasını istemiyormuş.
Başbakanı TV ye çıktığında izlediğimizde “hep görüyoruz” gazeteciler rahat değiller.
İstedikleri gibi rahatça soru soramıyorlar.
Hatta geçen yıl Ali KIRCA’YI “böyle soru sorulur mu?” diye azarladığına tanık olduk.
Doğrusu, Başbakan, KILIÇDAROĞLU ve BAHÇELİ birlikte TV ye çıkmasıdır.
Eğer başbakan bütün ısrarlara rağmen KILIÇDAROĞLU ile TV ekranına çıkmıyorsa;
Seçmen BAŞBAKAN kendine güvenmiyor diyecektir.
Eleştirilere yanıt veremeyeceği için çıkmıyor diyecektir.
Ahmet HAKAN diyor ki;
Kemal KILIÇDAROĞLU’NUN “çık TV ye tartışalım,
Hodri meydan” demesine yüz vermiyorsunuz.
Seçimin favorisi olan bir liderin, ana muhalefet lideriyle tartışma programına çıkıp,
Durumu riske etmek istememesini anlayışla karşılayabiliriz.
Hatta “sen ikinci ligdesin” şeklinde cevabınızı da “iyi laf çaktı ama” diye beğenebiliriz.
Ancak sizin “kontrol altında tutulabilecek gazeteciler” ile TV programına çıkma stratejinizin ters etki yaratabileceğinizi bilmenizi isterim.
Kemal KILIÇDAROĞLU, “herkesin sorularını cevaplamaya hazırım” diye meydan olurken,
Sizin “sadece seçtiklerimin sorularına cevap veririm” şeklinde tutum izlemeniz,
“TAYYİP ERDOĞAN EFSANESİNİ BESLEYEN NEDENLER” listesini yerle bir ediyor.
Haberiniz olsun. (12.05.2011 – hürriyet gazetesi)
Ben de kesinlikle öyle düşünürüm.
Eğer başbakan ERDOĞAN, KILIÇDAROĞLU’NUN karşısına çıkmazsa ne düşünürsünüz?
Kendi bileceği iş mi dersiniz?
Yoksa AHMET HAKAN ve benim gibi;
Kendine güvenemiyor, korkuyor,
Onun için KILIÇDAROĞLU’NUN karşısına çıkamıyor diye mi düşünürsünüz?
13.05.2011 – İbrahim BAYTAK

GARANTİ OY

DÜN “2007”, BU GÜN,
YARIN “12 HAZİRAN 2011”

Yapılan bütün araştırmalar sonucunda vatandaşın en önemli sorunun;
İŞSİZLİK, YOKSULLUK, GELİR DAĞILIMINDAKİ ADALETSİZLİK, YOLSUZLUK
GELECEKTEN UMUTSUZLUK Olduğu anlaşılıyor.
Ama, başbakan farklı düşünüyor.
Ülkemiz ekonomisi büyüdü, dünyanın 17. büyük ekonomisi olduk, milli gelirimiz arttı, İhracatımızın 120 milyar dolar, Kişi başına milli gelir 10.000 dolar oldu. Enflasyon düştü, her şey ucuzladı, alım gücü arttı,
Çiftçi, köylüye çok büyük teşvikler verdik, hepsi halinden memnun,
Memur, işçi, emekliyi enflasyona ezdirmedik diyor.
Yandaş medya her gün bunları yazıp söylüyor. Başbakan, bakanlar, AKP sözcüleri her gün TV ekranlarında, Ekonominin ne kadar iyi, borsanın, araba satışlarının, ihracatın ne kadar arttığını, ballandıra, ballandıra anlatıyorlar.
Medyada yer alan bütün anketlerde; AKP oyu % 45 – 50 ve yine tek başına iktidar.
CHP oyu % 25 – 27, MHP ise barajın biraz üstünde olacak.
Böylece, AKP iktidar olacak inancı insanların zihnine yerleştiriliyor.
Seçmenlerin büyük çoğunluğu; İŞSİZ, YOKSUL, GELECEKTEN UMUTSUZ. Herkes bunun sorumlusunun 8 yıldır ülkeyi yöneten iktidar partisi olduğunu biliyor. Öyleyse neden yine AKP ye oy versin?
Güvenilir olarak bilinen A-G araştırmasına göre PARTİLERİN KEMİKLEŞMİŞ OYLARINI şöyle;
Milli görüş oyları “AKP – SP” % 12-13,
“Ancak AKP iktidarı zamanında menfaat sağlayan, durumu düzelen hatta eskiden ayakkabı alacak parası yokken bu gün cipe binen % 5-6 oranında asla AKP yi terk etmeyecek seçmen var.”
Sol “CHP-DSP” % 18-20, MHP % 8-9, BDP % 5-6
Yine araştırmaya göre, seçmenler kararını, Seçimler öncesi, kendi ekonomik durumuna, Sorunların çözümünde hangi partinin vaatlerinin gerçekçi olduğuna, Hangi partinin programını inandırıcı bulduğuna bakarak oy veriyor.
Bu durumda AKP oylarını % 50 gösteren anketlerin hiç biri doğru değil.
Diyorlar ki, 2007 seçimlerinden önce de seçmen AKP iktidarından şikayetçiydi.
O zamanda seçmen yeni bir iktidar arayışı içindeydi.
Cumhuriyet mitinglerine milyonlarca kişi katılıyor,
Ülkenin her yerinde çiftçi mitingleri oluyordu.
Şehit cenazelerinde bakanlar protesto ediliyordu.
Buna rağmen seçimlerde AKP ye % 47 oy verip onu iktidar yaptı.
Doğru ama iktidar alternatifi bir parti yoktu.
Tek iktidar alternatifi CHP genel başkan DENİZ BAYKAL, İktidarı eleştiriyor ama, halkın derdine, sorunlarına çözüm getirmiyordu. CHP ye oy verin iktidar yapın demiyor,Hatta oylarımız artacak ama milletvekili sayımız daha da düşecek diyordu. Seçmen baktı ki CHP iktidar olmak istemiyor,
Çaresiz yine AKP ye oy vermek zorunda kaldı.
Ama bu gün farklı.
Başbakanın “ KANAL İSTANBUL” dışında hiçbir projesi yok.
Ama CHP yeni lideri KEMAL KILIÇDAROĞLU önce partinin kadrolarını yeniledi.
Sonra bütün ekonomistlerini bilim insanlarının “GERÇEKÇİ” bulduğu İŞSİZLİĞİ, YOKSULLUĞU, bitirecek, onlarca projelerini hazırladı. Halka sorunları nasıl çözeceğini “41 VAAD” olarak anlatıyor.
Kimse yatağa aç girmeyecek, Yoksulluk kader değildir, Aile sigortası getireceğim diyor. Medya yer vermiyor ama, KILIÇDAROĞLU Ankara’da oturmuyor. Anadolu’yu karış, karış geziyor.
Bütün bu değerlendirmelerle A-G araştırmasını birlikte dikkate alırsak;
Milli görüş oylarının en yükseğini 1995 seçimlerinde RP aldı “% 21,38” birinci parti oldu. İşte AKP taban “garanti” oyu en fazla “1995 RP ye ait” % 21,38 oydur. AKP iktidarı sırasında zengin olan asla AKP yi terk etmeyecek denilen % 5-6 seçmeni de eklersek, bu gün AKP GARANTİ OYU “en fazla” % 27,
”2009 yerel seçimlerinde il genel meclisi oylarına bakıldığında;
CHP GARANTİ OYU % 23, MHP GARANTİ OYU % 14 dür. Diğer parti oyları da % 10 dur.
Öyleyse % 26 oranındaki bir seçmen kitlesi hangi partiye oy vereceğine, Seçimler öncesi, kendi ekonomik durumuna, Sorunların çözümünde hangi partinin vaatlerinin gerçekçi olduğuna, Hangi partinin programını inandırıcı bulduğuna bakarak oy verecek.
Bu durumda 12 haziran 2011 seçimlerinde, hangi parti seçmeni daha iyi ikna ederse % 26 dan en fazla payı alacak.
SON SÖZ :
SEÇİMLER SONUCU, AKP TEK BAŞINA İKTİDAR OLABİLECEĞİ GİBİ, CHP DE OLABİLİR.
Bu günden hangi partinin birinci veya iktidar olacağı kesinlikle söylenemez.
İktidarı anketler belirleyecek olsa SEÇİMLERE NE GEREK VAR? 29.04.2011–İbrahim BAYTAK

HİÇ DEĞİŞMEDİLER

HİÇ DEĞİŞMEDİLER

2002 seçimlerinde "BİZ DEĞİŞTİK" dediler.
Halkın tamamını kucaklayacağız dediler.
Yoksulluk, yolsuzluk ve işsizliği ancak biz önleriz dediler.
Halk diğer partilere ders vermek için onlara oy verdi.
Tek başlarına, anayasayı bile değiştirecek bir çoğunlukla iktidar oldular.
2007 seçimleri geldi çattı.
Ancak 5 yıla yakın iktidarlarında hiç değişmedikleri görüldü ama,
Devletin bütün kademelerinde örgütlendiler.
Ayni zamanda iş adamı olan MEDYA patronlarına baskı yaparak başarısızlıklarını gizleyip, her şeyi toz pembe göstermeğe çalıştılar.
İstikrar var, işsizlik, enflasyon düştü dediler.
Ulusal gelir arttı 5500 dolar oldu dediler.
Köylüye ucuz kredi verdik herkes halinden memnun dediler.
İşçi, kamu çalışanını pahalılık karşısında ezdirmedik dediler.
Küçük esnafa ucuz kredi verdik dediler. Refah arttı dediler.
AB ye gireceğiz, demokratikleşeceğiz dediler.
Medya her gün onların propagandasını yaptı.
AB, ABD, küresel sermaye ve yerli ortakları bu iktidarın devamını istiyorlardı.
Yerli büyük sermaye, yabancı sermaye ile ortaklıklar kuruyor varlıklarını kat ve kat arttırıyorlar.
Özelleştirme ile cumhuriyet ile özdeşleşmiş dev kuruluşları yok pahasına alıyorlar.
Ama onlar zenginleştikçe halkın büyük çoğunluğu daha da yoksullaşıyordu.
Seçimde bu iktidar giderse, değirmenin suyu kesilecekti.
AB, ABD, küresel sermaye ve yerli ortakları var gücü ile AKP yi desteklediler.
Halkın gözünü boyamak için 200 e yakın milletvekili aday yapılmadı,
Eski solcuları, bilinen, tanınan kişileri, kadınları aday yaptılar, vitrini yenilediler.
Medyada öyle bir propaganda bombardımanı başlattılar ki;
AKP sivil siyaseti savunan, demokrasi aşığı, AB ye tam üyeliğini ancak onlar sağlar,
Vesayet “asker, yargı, sivil” rejimini yıkamadıkları için istedikleri yasaları çıkaramıyor,
İstedikleri gibi dindar Cumhurbaşkanı seçemiyorlardı. Mağdurdular.
Vesayet rejimini yıkmak, milli iradeyi egemen kılmak için, seçimlerde daha fazla oy istediler.
12 mart, 12 eylül dönemi mağduru, tanınmış yazar, gazeteci solcu, sosyalist ama şimdi değişmiş, liberal 2. Cumhuriyetçi, AB destekçisi olmuş kişilerin de desteğini de sağladılar.
Medya ve anketlerle halka "AKP iktidar olacak" inancını yaydılar.
(2007 seçimleri öncesinde böyle yazmıştım.)
AKP yinede 22 temmuz 2007 seçimlerinde iktidar olamazdı.
Vatandaş AKP yerine yeni bir iktidar arayışı içindeydi,
Cumhuriyet mitinglerine milyonlarca kişi katılıyor,
Ülkenin her yerinde çiftçi mitingleri oluyordu.
Şehit cenazelerinde bakanlar protesto ediliyordu.
Ama tek iktidar alternatifi CHP genel başkan DENİZ BAYKAL,
İktidarı eleştiriyor ama, halkın derdine, sorunlarına çözüm getirmiyordu.
CHP ye oy verin iktidar yapın demiyor,
Hatta oylarımız artacak ama milletvekili sayımız daha da düşecek diyordu.
Seçmen baktı ki CHP iktidar olmak istemiyor, çaresiz yine AKP ye oy vermek zorunda kaldı.
Ama BU GÜN durum farkı.
İktidar alternatifi CHP ve yeni lideri KILIÇDAROĞLU var.
KILIÇDAROĞLU partinin kadrolarını yeniledi.
Sorunların çözümü için projeler hazırladı.
İŞSİZLİK, YOKSULLUK bitirecek,
Kimse yatağa aç girmeyecek,
Yoksulluk kader değildir diyor.
Aile sigortası getireceğim diyor.
İktidar olduğu zaman yapacaklarını “41 VAAT” adı altında açıklıyor.
Çok daha önemlisi, Ankara’da oturmuyor. Anadolu’yu karış, karış geziyor.
Başbakan bu gün ne yapıyor?
Türkiye’yi değil Arap ülkelerini geziyor.
O ülkelerin halkı için demokrasi, insan hakları istiyor.
Onların açlık, yoksulluk sorunlarının çözümünü istiyor.
Ama ülkemizde demokrasi gelişecek, İŞSİZLİK, YOKSULLUK bitecek demiyor.
YOKSULLUK BAKANLIĞI kuracağız diyor.
Daha fazla oy verin, anayasayı istediğim gibi değiştireyim,
Başkanlık sistemini getireyim diyor.
Dahası AB ve ABD artık alacaklarını aldı. AKP ve başbakanının gerçek niyeti de anlaşıldı.
Eskisi kadar başbakana, AKP destek verilmiyor.
Seçmen bu sefer de AKP yi iktidar yapar mı? 14.04.2011 – İbrahim BAYTAK

HA DAYIBAŞI, HA TAŞERON

HA DAYIBAŞI, HA TAŞERON
Büyük, paralı, iktidarlara yakın müteahhitler devletten ihale ile veya doğrudan “yol, köprü, okul, hastane gibi” yapmak üzere iş alır. Fakat işi kendi yapmaz. Paranın bir kısmını cebine atar. Kalan para ile işi yapması için başka birine “TAŞERONA” devreder. Yıllardır uygulandığı için bunu herkes bilir.
Hükümet 2003 yılında “4857 sayılı iş kanunu” ile “Yasada ismi ALT İŞVEREN” TAŞERONLUK SİSTEMİNİ getirdi. TAŞERONLUK SİSTEMİ tarımda uygulanan DAYIBAŞILIK SİSTEMİNİN yasal hale getirilmiş halidir.
DAYI BAŞI veya TAŞERON, aldıkları para “ODUN KESİCİSİNE , HIH” diyenin istediği, aldığı paradır.
DAYIBAŞILIK NEDİR?
Kırsal kesimde yaşayanlar, köylüler, çiftçiler çok iyi bilir. Çok uzun yıllardan bu yana tarım işçiliği “amelelikte” uygulanan bir yöntemdir. Doğu ve güney doğu bölgesinde büyük toprak sahiplerinin “KÖY, TOPRAK AĞALARI” arazilerinde çalışanlara “YARICI veya MARABA” denir.
Ülkemizde diğer bölgelerde büyük toprak sahipleri olsa da “AĞALIK, YARICI, MARABA” uygulaması yoktur. Büyük çitliklerde bazen yanaşmalar, kahyalar olsa da “AMELE” çalıştırırlar.
EGE de tarım ürünleri tütün, pamuk, zeytin, tahıldır. İş nisan ayında tütün ekimi ile başlar, ardından tütün ve pamuk çapası, orak, tütün kırma, ardından pamuk toplama, o bitince zeytin toplama işi vardır. Bu nedenle çalışma mevsimi daha uzun sürer. Çalışanlar daha fazla kazanır. Artık tütün ekimi, çapası, pamuk çapası ve toplama işleri makine ile yapılıyor. İnsan iş gücüne artık çok ihtiyaç yok.
KARADENİZ de fındık ve çay, ÇUKUROVA da pamuk, narenciye işi vardır.
Büyük toprak “çiftlik” sahiplerine AMALEYİ, DAYIBAŞILAR bulur.
DAYIBAŞININ defterinde, köyünde, hatta çevre köylerde amale alacağı aileler kayıtlıdır. Her ailede çalışabilecek, büyük, çocuk, kadın, yaşlı kaç nüfus var bilir. Onlar dayı başının malıdır. Her yıl tarımda hasat mevsiminde, onlara iş bulacaktır.
DAYIBAŞILIĞIN yazılı kuralları yoktur. Her şey geleneklere göre yapılır. DAYIBAŞI hiç çalışmaz, hatta çoğu zaman işçilerin başına bile gitmez, adamını gönderir. Patrondan verdiği amele sayısına göre belli bir ücret alır. Ayrıca her işçinin yevmiyesinden pay alır.
Hiç çalışmadan, her yıl hasat zamanı çalıştırdığı kişilerin tamamının kazandığından fazla kazanır.
TAŞERONLUK NEDİR?
Devlet kurumlarında çok değişik görevler yapılmaktadır. Bu görevlerde çalışanların hepsinin iş güvenceleri vardır. İşçilerin, sigortası, sosyal hakları, grevli toplu sözleşmeli sendikal hakları vardır.
AKP hükümeti 2003 yılında, işçiyi, “büyük olasılıkla DAYBAŞILIK sistemini örnek alarak” TAŞERONLUK SİSTEMİNİ getirdi.
Başta belediyeler, olmak üzere devlet kurumlarının hepsinde çalışanların çoğu “BU İŞLERİ ARTIK ÖZEL SEKTÖR YAPACAK, ELEMANA İHTİYAÇ YOK” diye işten çıkarıldılar, başka kurumlara verdiler.
Özel sektör durur mu? Onlar sendikadan şikayetçi idiler. Bunu fırsat bilip iş yerlerini böldüler, parçaladılar, işerin çoğunu yine kendilerinin kurduğu TAŞERON firmalara taksim ve devrettiler.
TAŞERON hesabına çalışanların çoğu asgari ücretle çalışıyor, genelde paralarını gününde alamıyorlar. İş güvenceleri, izin ve sosyal hakları yok. TAŞERONUN işyeri ile sözleşmesi bitince çalışanlar işsiz kalıyor. TAŞERON FİRMA PATRONU işçilerin kıdem tazminatını ödemeden çekip gidiyor.
Aslında TAŞERONLUĞU uzun, uzun anlatmağa gerek yok. Herkes nasıl olduğunu biliyor. Hastanelerde, belediyelerde, “özelleştirilmeden önce” TELEKOMDA” TEDAŞ’DA, TAŞERON İŞÇİLERİNİ” görüp biliyoruz.
“TEMİZLİK İŞÇİLERİ, GÜVENLİKÇİLER, SU, ELEKTRİK SAATLERİNE BAKAN, PARASINI TOPLAYANLAR” büyük KENTLERDE çok DEĞİŞİK işlerde çalışanlar hep TAŞERON HESABINA çalışıyorlar.
Hükümet emeklilik yaşını 65 yaptı. Ama devlet kurumları bile işi TAŞERON FİRMAYA verirken çalışanların genç olmasını genelde 50 yaşının altında olması şartı getiriyor.
TAŞERON, DEVLETTEN ALDIKLARI PARANIN büyük kısmını kendine, azını çalıştırdığı işçiye veriyor. Genelde işçiden kestiği vergileri VERGİ DAİRESİNE, yine işçiden kestiği sigorta primlerini bir kısmı hiç, bir kısmı zamanında yatırmıyor.
Anayasamıza göre, “devlet” ülkeyi yöneten hükümetler insanların refah içinde yaşamasını sağlamak, herkese, yaşına, cinsiyetine ve gücüne göre iş sağlamak, bütün çalışanlara insanca yaşayacak bir ücret, “dünya çalışma örgütü İLO kurallarına uygun” çalışma şartları ve iş güvencesi sağlamak zorundadır.
Anayasada çalışanlar lehine var olan hakların hiçbiri TAŞERONLUK SİSTEMİNDE yoktur.
TAŞERONLUK KALKMALIDIR.
DEVLET İÇİN İNSAN ÖNEMLİDİR. TAŞERONLUKTA ise insan değil kar önemlidir.
Aslında TAŞERONLUK kalkınca devlet daha karlı çıkar. Bunu hesaplamak hiç de zor değildir.
Örnek olarak;
Devlet hastanelerinde temizlik işi yapan TAŞERONU düşünelim. İhaleye giren TAŞERON FİRMA hastanelerin nerede olduğunu, kaç işçi çalıştıracağını, işçiye ödeyeceği ücreti, kullanacağı temizlik malzemelerini, araç gereci, ödeyeceği, sigorta primlerini, vergileri, kullanacağı araçtaki benzini, işçiye vereceği elbiseyi, velhasıl her şeyi kalem, kalem hesaplar. Bunun üstüne kendi kar payını da koyar. Şu kadar paraya bu işi yaparım der. Kar edemeyecekse işi almaz. İşi alınca firma yetkilileri işyerlerine bile gitmez. Bütün işlerini maaşlı adamları yapar.
Devlet TAŞERON uygulamasından vazgeçse, TAŞERONUN cebine attığı kar payını işçiye verebilir. Çalışandan kesilen sigorta primleri, vergiler zamanında ödenir.
TAŞERONLUK SİSTEMİ NEDEN GETİRİLDİ?
Sağ partiler iktidarlarda hep özelleştirmeleri savunmuşlardır. AKP de onlardan farklı değildir. 2002 seçimlerinde tek başına iktidar olunca 24 ocak 1970 ve IMF politikaları gereği “devletin neyi var, neyi yok” satmayı düşünüyordu. Ancak devletin bütün işyerlerinde memurların iş güvencesi, işçilerin SENDİKALARI vardı. Bu durumda özelleştirmeye çıkarsa özel sektör almazdı. İşveren ucuza işçi çalıştırmak isterdi.
12 eylül 1980 anayasası sendikaların ve emekçilerin birçok haklarını tırpanlamıştı ama, sendikalar var olduğu sürece ileride yine güçlenir, daha fazla ücret, sosyal haklar isteyebilirlerdi. İşte bu nedenle TAŞERONLUK ve 4 /C SİSTEMLERİNİ ve getirdi.
Kısa sürede görüldü ki, TAŞERONLUK ve 4 / C uygulaması kölelik sistemidir.
İnsan haklarına aykırıdır.
Kendimiz, çocuğumuz, torunumuz için 4 / C ve TAŞERONLUK SİSTEMİNE HAYIR.
Tüm çalışanlara, GREVLİ, TOPLU SÖZLEŞEMELİ SENDİKAL HAKLARA EVET.
Hangi parti 4 / C ve TAŞERONLUK SİSTEMİNİ KALDIRILACAĞIM diyorsa,
Tüm çalışanlara GREVLİ, TOPLU SÖZLEŞEMELİ SENDİKAL HAKLAR vereceğim diyorsa,
OYLARIMIZ O PARTİLERE OLMALIDIR. 25.03.2011 – İbrahim BAYTAK

DERBİ MESEL

“HIH” DİYENİN PARASI
Adam odun kesiyormuş.
Birisi gelmiş tam karşısında oturmuş.
Odun kesen bütün gün uğraşmış, emek sarf etmiş, ter dökmüş ve yorulmuş.
Karşıdaki adam da iş bitinceye kadar karşısında oturmuş, sesini çıkarmadan beklemiş.
İş bitince işveren “odunu kestiren” gelmiş, odun kesene parasını vermiş.
Baştan bu yana kenarda sessizce oturan kişi kalkmış, yanlarına gelmiş.
Bu paranın yarısı benim demiş.
Odunu kesen de, kestiren de şaşırmış.
Odunu bu kesti, sen ne parası istiyorsun? Diye sorduklarında,
O BALTAYI HER SALLADIĞINDA BEN DE “HIH” DEDİM.”
“Bu paranın yarısı benim” demiş.

KISSADAN HİSSE . Sizce de, DAYIBAŞI veya TAŞERONUN aldığı para ODUN KESENDEN, HIH diyenin istediği ve aldığı “HAK EDİLMEMİŞ” para değil midir?

KADINLAR

DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ

Aslında bütün kadınlar emekçidir.

Kadınlarımız ücret karşılığı bir işte çalışmasalar da evde, yemek, bulaşık, çamaşır, temizlik her türlü işi onlar yapar.

Hele kırsal bölgelerde, tarla işi, evde hayvanlara bakmak hep onların işidir. Mirastan pay bile verilmez kadınlara.

Hepsinden önemlisi çocuk bakmak da en önemli görevleridir.

Erkek taciz eder, tecavüz eder suçlu kadındır.

Ev kadınları, ekonomik bakımdan eşlerine bağlı olduğundan çoğu bütün zorluklara, dayağa, hakarete katlanmak zorundadır.

Birleşmiş Milletler tarafından yapılan bir araştırmaya göre;

Dünyadaki işlerin %66’sını kadınlar, % 34’ünü erkekler yapıyor,

Buna karşın kadınlar dünyadaki toplam gelirin ancak %10’nunu erkekler % 90’nını alıyor,

Dünyadaki mal varlığının % 99 u erkeklerin, sadece % 1’i kadınların.

Şehirlerde evli kadınların % 18’i,

Köylerde de % 76’sı eşleri tarafından dövülüyor.

Kadınların % 57,7’si evliliklerinin ilk gününde şiddetle karşılaşıyor.

Aile içi suçların % 90’ını kadına karşı işlenen suçlar oluşturuyor.

KADIN HAKLARI NEDEN KUTLANIYOR?

ABD'nin NEW YORK kentindeki COTTON tekstil fabrikasında çalışan işçi kadınlar, 1857 yılında daha iyi çalışma koşulları, emeklerinin karşılığında hak ettikleri ücret ve daha iyi yaşam için mücadele vermeye başlıyorlar.

Kadınların talepleri seçme ve seçilme hakkı, günlük çalışma saatlerinin, koşullarının ve ücretlerin yeniden düzenlenmesidir.

Verdikleri mücadeleler sonunda talep ettikleri haklar verilmeyince, 8 Mart 1857 günü, haklarını alabilmek için son çare olarak 40.000 kadın dokuma işçisi greve giderler.

Patronlar ve polisler bu greve zalim bir şekilde müdahale ederler.

Grevin başka fabrikalara sıçramasını engellemek için grevdeki kadınları fabrikaya kilitlerler.

Ancak beklenmedik bir şey olur ve fabrikada yangın çıkar.

Yangından fabrikada bulunan kadın işçilerden çok azı kaçarak kurtulur.

Kaçmayan, kaçtığı halde fabrikanın çevresine kurulmuş olan barikatları aşmayan 129 kadın işçi yanarak ölür.

Birleşmiş milletler (BM) 1975 yılını “DÜNYA KADINLAR YILI” ilan etti.

BM 16 aralık 1977 günü aldığı bir kararla da, bu olayın meydana geldiği 8 MART gününü “DÜNYA KADINLAR GÜNÜ” olarak kutlanmasına karar verdi.

Ülkemizde BM kararı gereğince 1975 de “KADIN YILI” yaygın ve kitlesel olarak solanlarla birlikte sokaklarda kutlandı, kadın kongresi yapıldı.

1978 yılından itibaren de 8 mart “DÜNYA KADINLAR GÜNÜ” olarak kutlanmaya başlandı.

1980 askeri darbesinden sonra 4 yıl kadınlar günü anma ve kutlaması yasaklanmıştır. Yine e bu yıllarda küçük gruplarca mütevazı kutlamaları yapıldı.

1984'ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlanmaya başlandı.

1990 dan sonraki yıllarda kadın kuruluşlarının artması ile beraber daha büyük katılımlarla kutlandı.

Demokratik, hukuk devleti olduğu söylenen, anayasa ve yasalarında “kadın ve erkeğin eşit” olduğu yazan ülkemizde,

Başbakan “kadın erkek eşit olamaz” diyor.

“TÖRE CİNAYETLERİ, KADINLARA DAYAK, TACİZ” olaylarının yaygın olması ve bunlara caydırıcı cezaların bulunmaması,

Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi ve bunun “dinen caiz olduğunun söylenmesi”,

Kadın hak ve özgürlüklerinin sadece “BAŞÖRTÜSÜ” olarak görülmesi kabul edilemez.

Erkeğin kadına yaptığı taciz ve tecavüzlerde “SUÇUN BİR KISMININDA KADINDA OLDUĞUNUN” söylenmesi utanılacak bir durumdur.

Her şeye rağmen artık kadınlarımız haklarını elde etmek için daha fazla mücadele ediyor. Artık bir çok erkek de kadın haklarını kabul ediyor ve kadınlarımıza mücadelesinde destek veriyor.

TBMM de daha fazla kadın vekil olması toplumda büyük oranda kabul görüyor.

Bütün kadınlarımızın günleri kutlu olsun. 07.03.2011

VE KADINLAR
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,,
bizim kadınlarımız..
Nazım HİKMET

KARIN DOYURMAK, BESLENMEK

KARIN DOYURMAK, BESLENMEK
İnsana ilk öncelikli görev onu yaşatmaktır. Yaşaması için su, ve karnını doyuracak gıdaya ihtiyacı vardır. Sonra başını sokacak bir evi olması gerekir.
İnsanlar karnını ne ile doyuracaktır? Nasıl bir konutta oturacaktır?
Geliri az olan insanların karın doyurması büyük oranda “EKMEK” iledir. İnsan “EKMEK ve SU” ile yaşamını devam ettirebilir. Muhakkak arada makarna, pirinç, bulgur, patates, fasulye en ucuz gıdaları, yetiştiği ve ucuz olduğu aylarda sebze, meyve, bazen peynir, süt yumurta, zeytinde yenir. Ancak bu gıdalar düzenli değil bulunduğunda yenir. Dar gelirlinin en ağırlıklı gıdası “EKMEKTİR.” Ekmeğin yanında yenen her şey “KATIKTIR:”
Ama insanın karın doyurması değil beslenmesi gerekir.
İnsanların sağlıklı yaşayabilmesi için sadece karın doyurmaya değil beslenmeye, hem de “SAĞLIKLI BESLENMEYE” ihtiyacı vardır. Eğer bazı gıdalar alınmazsa insan bünyesi, vücudu savunmasız kalır.
Peki “BESLENME, SAĞLIKLI BESLENME” nasıl olur?
Beslenme daha anne karnında iken başlamalıdır. Anne doğumdan önce ve sonra iyi beslenmelidir. İyi beslenemeyen annelerin bebeğe verecek sütleri hem az, hem de besleyici olmadığı halk arasında bile bilinir.
Çocukların zeka, beyin gelişiminin % 70 – 80 i anne karnından çocuk 7 yaşına gelinceye kadar şekillendiği artık bilinmektedir. Yapılan bütün araştırmalar gelir düzeyi düşük ailelerde yetersiz beslenen çocukların zekalarının “iyi beslenen çocuklara göre” da düşük olduğu ve bunun ileride telafi edilemediği anlaşılmıştır.
Bu nedenle çocukların “KARNININ DOYMASI DEĞİL” iyi beslenmesi gerekmektedir.
Beslenmede, özellikle büyüme ve gelişme çağındaki çocuklar açısından en önemli ilk besin PROTEİNLERDİR. Protein kaynakları, “et ve et ürünleri, yumurta, süt ürünleri (peynir, yoğurt v.b.), baklagiller, tahıl ürünleridir.
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere;
İnsanın “anne karnından itibaren” büyümesi, gelişmesi için bazı besinlerin alınması şarttır. Sağlıklı gelişme, büyüme ve özellikle zeka gelişimi için dengeli beslenme şarttır.
Eğer iyi beslenemezsek büyükler de, çocuklar da vücudu hastalıklara dayanıklı, dirençli olmadığından kolayca hasta olur, tedavide hastalıkları kolay atlatamazlar.
İnsanlar “SAĞLIKLI BESLENMEK” için parayı nereden bulacaktır?
Demokratik toplumlarda bu görev “DEVLETE” verilmiştir.
Peki devlet kimdir?
Devlet ülke yönetiminde görev alan herkestir.
En başta milletin vekillerinden oluşan meclis, ve onun çoğunluğuna dayanan “HÜKÜMET” Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanlardır.
Onların göreve getirdiği, müsteşarlar, genel müdürler, vali, kaymakam, ve devlette en küçüğünden en büyüğüne kadar görev yapan devlet memurlarıdır.
Belediye başkanları, belediye ve il genel meclisi üyeleridir.
Yargıdır. Anayasa mahkemesi, Yargıtay, Sayıştay, Danıştay, yerel mahkemelerde görev yapan yargıç ve savcılardır.
TRT genel müdürü ve çalışanlarıdır. Bağımsız, özerk kurumların başkan ve yöneticileridir.
Kısaca vatandaştan toplanan vergilerden maaşını alan, görevi vatandaşa hizmet etmek olan herkes devleti temsil eder.
Devlet adına çalışan bu kişilerin hepsinin yetki, görev ve sorumlulukları, uymak zorunda oldukları kurallar “ANAYASA ve YASALARDA” belirtilir. Kimse anayasa ve yasalarda belirtilmeyen yetkileri kullanamaz. Kullanırsa suç işler.
DEVLET makinesinin en tepesinde “tarafsız” bir cumhurbaşkanı vardır. Görevi devletin bütün kurumlarının uyum içinde çalışmasını sağlamak, aksaklıklar varsa bunları tespit edip başta başbakan olmak üzere kurumları uyarmaktır.
Ülkeyi yöneten hükümettir. Başbakan hükümetin başı olarak ülkenin ve insanların refah içinde yaşamasını, adaleti sağlaması görevidir.
Bunun için yeni yasalara ihtiyaç varsa hükümet yeni yasa tasarılılarını hazırlar ve meclise getirir, meclis görüşür, tartışır aynen veya değiştirerek kabul eder.
Bütün anayasalarda “Devletin yani ülkeyi yöneten hükümetlerin” temel amaç ve görevi;
Herkese, yaşına, cinsiyetine ve gücüne göre iş sağlamaktır.
Küçükler ve kadınlar ile bedenî ve ruhî yetersizliği olanları özel olarak korumaktır.
Bütün çalışanlara dinlenme, ücretli hafta ve bayram tatili ile yıllık izin hakkını sağlamaktır.
Emeği karşılığı insanca yaşayabileceği yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri almaktır.
Her geçen gün çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri almaktır.
Herkesin, sağlıklı bir çevrede yaşamasını sağlamaktır.
Herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamaktır.
Herkesin konut sahibi olmasını sağlamaktır.
Herkesin eğitim hakkından adil ve eşit şekilde yararlanmasını sağlamaktır.
Bütün bunlardan başka;
Çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, işsizleri korumak, işsizliği önlemek için ekonomik tedbirleri almak, çalışma barışını sağlamaktır. Herkes, sosyal güvenlik hakkına sağlamaktır. Şehit, gazilere onların dul ve yetimlerini korumaktır. Sakat, yaşlı ve özürlülerin korunması, toplum hayatına uyum sağlaması için tedbirleri almaktır.
Vatandaş olarak bizler anayasa ve yasalarda var olan bu haklarımızı başta hükümet ve devleti yönetenlerden istemeliyiz.
Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, milletvekilleri hepsi bizim oylarımızla o görevlere gelmektedirler. Onlara “neden yapmadın” diye sormalıyız.
Eğer görevde iken bu hesabı soramıyor, sormamıza izin vermiyorlarsa tek silahımız “OY” ile sandıkta hesap sormalıyız.
Eğer bunu da yapmıyor, yapamıyorsak, yine bu kişilere oy veriyorsak,
Bu bozuk düzen aynen devam edecektir.
Sırtını iktidara, devleti yönetenlere dayamış bir avuç insan ülkenin hatta dünyanın bütün zenginliklerinden yararlanacak etrafı yüksek duvarlarla çevrili, korumaların beklediği, havuzlu, tam konforlu villalarda, lüks bir yaşam içinde, kuş sütü dahil her türlü dünya nimeti ile beslenirken, bir ayakları ülkede, bir ayakları dünyanın en uzak ülkelerinde gezerken, çocuklarını en iyi okullarda okutup, yurt dışına ihtisasa gönderip devletin en üst kademelerinde görev almalarını sağlarken, kısaca söylemek gerekirse dünyada “CENNETE GİBİ” yaşarken,
Biz milyonlarca işsiz, yoksul, dar gelirli, yeşil kart, yıllın belli zamanlarında makarna, pirinç, kuru fasulyeden oluşan gıda torbaları, soğuktan üşümeyelim diye kalitesiz kömürleri almak için devlet kapısında yalvarmaya devam ederiz.
Bu durumda bütün suç kimdedir? 13.03.2011

PASTA

PASTAYI BÜYÜTMEK, PASTAYI BÖLÜŞMEK

İstanbul'da yaşayanlar içinde en zengin % 1 ile en fakir % 1 arasındaki gelir farkı 322 kata çıkmış. Ülke düzeyinde ise bu oran 236 kat olmuş.

Bu durumda en üst düzeydeki birinin evine ülke çapında ayda 7.5 milyar TL,

İstanbul'da 10.5 milyar TL girerken en yoksulun evine ayda 32 milyon TL giriyormuş. (5.10.2000 Sabah Gazetesi)

El konulan 8 bankanın temizlenmesi için 7.5 milyar DOLAR harcanacakmış.

Bu para ile ülkemizin değişik yörelerine 160 FABRİKA yapılabilirmiş. (05.10.2000 Necati Doğru)

1960 lı yıllarda "önce pastayı büyütelim" diyordu ülkeyi yönetenler. Şimdi pasta büyüdü.

Ancak pastadan ülke nüfusunun çoğuna kırıntılar kalıyor.

Varlık içinde yokluk çekiliyor kısacası.

Çok az sayıdaki kişiler süper zengin iken, çoğunluk dar gelirli ve yoksul.

Demek ki yanlış yapılmış, pasta büyütülürken nasıl paylaşılacağını da hesaba katmak gerekiyormuş.

Şimdi pastanın başına çöreklenenler kendi paylarından bir gram bile vermek istemiyorlar. Üstelik pasta her büyüyüşünde eski payları oranında pay alıyorlar.

Üstelik bu pastadan fazla pay alandan yani çok kazananların çoğundan, Devlet vergi de alamıyor. SSK, Bağ-Kur primlerini toplayamıyor. İşadamlarına verdiği kredilerin birçoğunu geri alamıyor. Üstelik batık bankaların borçlarını da üstleniyor.

Bu borçlar, zar zor küçük esnaf ve dürüst işadamlarından toplanan vergilerle ve ücretli kesimden alınan vergilerle ödeniyor.

Vergiler toplanamıyor, toplanan vergiler borç faizlerine, batık bankaların temizlenmesine harcanınca,

Devlet, hastane yapamıyor, okul yapamıyor, adalete, eğitime, sosyal güvenliğe yeterli pay ayıramıyor, yol yapamıyor, baraj yapamıyor, su getiremiyor.

Böyle olunca ek vergiler konuyor, hizmetler için vatandaştan bağış adı altında para alınıyor.

Pasta paylaşımında adil olmak için gerekli yasalar çıkarılmaz, çok kazandığı halde vergi vermeyenden vergi alınamazsa, Devlet yapması gereken hizmetleri yapamaz, huzur, istikrar sağlanamaz.

BÜTÜN BU ADALETSİZLİKLERİ ÖNLEMENİN TEK YOLU "HUKUK" DUR.

Eğer adil bir hukuk sistemi uygulanırsa, yasalar çağdaş ve demokratik hukuk kurallarına uygun ve adil olursa, bu hukuk kuralları ve yasalar herkese ayrıcalıksız uygulanırsa,
- kimse banka batıramaz, kimse yolsuzluk yapamaz, kimse rüşvet alamaz, kimse trafik canavarı olmaz, kimse ihalelerde, özelleştirmelerde kimseyi kayıramaz,
- Kimse hak etmediği göreve gelemez,
- Kimse hiçbir suçu yokken görevinden alınamaz, görev yeri değiştirilemez,
- Başarılı olmayan siyasetçi yıllarca seçim kazanamaz, milletvekillerini liderler değil halk belirler,
- Başta okullar olmak üzere kimseden bağış alınmaz.
- Bütün işler toplanan vergiler ve devletin diğer gelirlerinden gönderilen ödeneklerle yapılır.

Eğer yine de bunları yapanlar olursa ve bu kişiler kim olursa olsun cezalarına da katlanmak zorunda kalacaktır.

Ancak, adil bir hukuk sisteminde,
- Bizlerde torpil yapamayız,
- Kaçak inşaat yapamayız,
- Suçlarımıza af isteyemeyiz, vergi, SSK, Bağ-Kur affı bekleyemeyiz,
- Çete kuramayız,
- Mahkemelerin verdiği kararlara itiraz edemeyiz,
- Hak etmediğimiz hiçbir şeyi elde edemeyiz.

Eğer bunları göze alır, hangi partili olursak olalım, siyasetçilerden torpilden önce ADİL BİR HUKUK SİSTEMİ istemedikçe ve hukukun hakim kılınması sağlanamadıkça bir şeylerin düzeleceğini beklemek hayal olur. (2000)

2000 YILINDA DURUM BUYMUŞ.

2002 YILINDA YAPILAN SEÇİMLERDE HALK BU DURUMDAN SORUMLU OLDUĞUNA İNADIĞI PARTİLERİ SANDIĞA GÖMDÜ. SEÇİMLERDE ANAYASAYI BİLE TEK BAŞINA DEĞİŞTİRECEK BİR ÇOĞUNLUKLA AKP TEK BAŞINA İKTİDAR YAPTI.

BU GÜN 2002 DEN DAHA FAZLA;

İŞSİZLİK,

YOKSULLUK,

GELİR DAĞILINDAKİ ADALETSİZLİK,

YOLSUZLUK YOK MU? 01.03.2011